17 Mayıs 2020 Pazar

A few excerpts from the preface of Titus Livius' ''The Rise of Rome'' / ''Ab urbe condita''



  • ''Events before the city was founded or planned, which have been handed down more as pleasing poetic fictions than as reliable records of historical events, I intend neither to affirm nor to refute. To antiquity we grant the indulgence of making the origins of cities more impressive by commingling the human with the divine, and if any people should be permitted to sanctify its inception and reckon the gods as its founders, surely the glory of the Roman people in war is such that, when it boasts Mars in particular as its parent and the parent of its founder, the nations of the world would as easily acquiesce in this claim as they do in our rule.''
  
  • ''Yet I attach no great importance to how these and similar traditions will be criticized or valued. My wish is that each reader will pay the closest attention to the following: how men lived, what their moral principles were, under what leaders and by what measures at home and abroad our empire was won and extended; then let him follow in his mind how, as discipline broke down bit by bit, morality at first foundered; how it next subsided in ever greater collapse and then began to topple headlong in ruin - until the advent of our own age, in which we can endure neither our vices nor the remedies needed to cure them.''

  • ''The special and salutary benefit of the study of history is to behold evidence of every sort of behaviour set forth as on a splendid memorial; from it you may select for yourself and for your country what to emulate, from it what to avoid, whether basely begun or basely concluded.''

Livy, The Rise of Rome: Books 1-5, trans: T. J. Luce, Oxford University Press, USA, 2008, pp. 3-4. 

11 Mayıs 2020 Pazartesi

Görünene ve Görünmeyene Dair

Gözlerimizle göremediğimiz, ellerimizle dokunamadığımız, burnumuzla kokusunu duyup, tenimizde ısısını hissedemediğimiz ve tadını deneyimleyemediğimiz Korona virüsünün tüm insanları evlerine kapattığı günlerden biriydi. Tüm insanlar derken yanlış anlaşılmasın. Karantinada kalabilenler başlarıyla birlikte hayallerini de sığdırabildikleri bir evleri olan, yani ister sahipleri oldukları ister kiralarını ödeyebildikleri bir çatıya, dört de duvara sahip olan insanlardan oluşmaktaydı.

Zorunluluk kimin ve ne içindi? Birilerimiz evlerimizde kendilerini beş duyumuzun algılayamadığı bir canlıya karşı korumaya almış olsa da birileri hala dışardaydı. Doğru ya, imtiyazlı bir çoğunluk zorunluluk gereği evlerinde otururken, bu imtiyazın sürmesi için birilerinin dışarda olması, işlerine gitmesi, para kazanmaya devam etmesi gerekiyordu.

İnsanların bir kısmının mübarek addettiği Ramazan ayı salgının kapısına kilit vurduğu, her ay dört duvarına, çatısına, akan musluğuna, gökyüzünü gören balkonuna ödeme yapabildiğimiz bizim evimize de gelmişti. Dünyayı tek bir metin üzerinden algılamayı ve yorumlamayı tercih eden insanlardan bazıları salgının ve mübarek ayın birbiriyle denk gelmesini yaratıcının bir imtiyazı ve yeryüzünde yiyen, içen, gezen ve sürekli günaha giren ama şükür ve tövbeden de habersizce yaşayan kulları için bir fırsat olduğunu söylüyordu. Bu insanlara göre salgından dolayı evlerimize kapanmış olmamız bolca ibadet etmek, geçmiş günahlarımız için tövbe etmek adına yüzyıllar boyunca bir daha ulaşılamayacak bir fırsattı. Evet, insanlar Tanrı adına ve onun rızası için çalışırken günahlara girebilir, arada tövbe etmek için kendine zaman oluşturması gerekebilirdi. Şehir bunu gerektirirdi. Salgını göremeden ölen milyarlarca insanın bu imtiyazlı günlerde tövbe edecek fırsatı olmadığı gibi salgından sonra dünyaya gelecek milyarlarca insan da bu fırsattan istifade edemeyecekti. Ama salgına yetişemeyen geçmiş milyarların da cennete girebilmek için bugüne kadar çalışmış olduklarını veya şehit düştüklerini göz ardı etmemek gerekir. Bilim insanları yanılmıyorsa mevcut hayvani virüslerin yalnızca binde biri kadarını biliyoruz. Gelecek milyarları imtiyazlı ibadetler ve tövbeler bekliyor olsa gerek.

Hikayesini yaklaşık 14 milyar yıllık kozmik zaman sürecinde yirmi dört saatin on dört saniyesine sığdırabilmiş olan insanlık, cennete girebilmek için bir daha eşine yüksek ihtimalle rastlanmayacak imtiyazlı süreçlerden geçiyordu. Bu süreçte kimimiz güzel kitaplar okuyup izlemediğimiz filmleri keşfediyor, dostların birbiriyle paylaştığı güzel müzik albümleriyle evlerimizin balkonlarından gökyüzüne kanatlanmaya çalışıyorduk. Ama tüm güzelliklere rağmen insanın ayaklarını yerden kesecek bir şey de yoktu. Her şey gözlerin kapanması ile başlar, açılması ile son bulurdu. 14 saniye insanın kanatlanabilmesi için ne kadar da kısa bir süre. O, iki ayağı üzerinde yürümeyi daha yeni öğrenebilmişti. Metinlerin mürekkepleri de henüz kurumamıştı.

Salgının ve Ramazan’ın bir araya geldiği ayı içeri odada bol bol namaz kılarak geçiren ananem namazını bitirdikten sonra gökyüzünü seyretmeyi seven, her akşam Mars’a, Jüpiter’e ve Büyük Ayı ile Küçük Ayı’ya selam vermek için balkona çıkan, Satürn’ü çıplak gözleriyle göremese de onun Jüpiter’in arkasında bir yerlere saklandığını bilen torununa seslendi ve aya bakmasını söyledi. Ayın on dördü dündü ve sokaklarımızı aydınlatan mehtap hala gökyüzünde bir avize gibi asılıydı. Sanki aradan bir gün geçmemiş, güneş birkaç saat önce batmamıştı. Namazını yeni bitiren ananem, ayın üzerinde sanki ayetlerin yazdığını, bana görüp göremediğimi sordu. Ayetten kastı elbette ki metinde yazan harflerdi. Mehtaba baktığımda kutsal metinden  harfler ve kelimeler görmeyeceğimi biliyordum ama onun güzelliğine de dalıp gitmiştim. Benimkisi tahkikten çok temaşa edişti. Gözlerimi alıp kelimeleri bir cümle haline getirebilecek zihinsel dinginliğe eriştikten sonra mecazın ve tevilin yoluna başvurarak ayetin sadece metinde yer alan kelimeler ve cümleler olmadığını, ayetin bir diğer manasının da alamet ve delil olduğunu; ilgimizi çeken şekillerin aydaki kraterler ve çukurlar olabileceğini söyledim. Birlikte düşündük ve bakmaya devam ettik. Daha sonra o namazına yeniden devam etti; bense gözlerimi kapatmaya ve farklı ayetlerin hayallerini kurmaya...

11.05.2020


5 Şubat 2020 Çarşamba

NI ÊTRE NI NE PAS ÊTRE

Je suis un touriste du temps et du lieu. Je suis curieux de l'espace. Je recherche des endroits insolites, hors du commun.

Je suis venu sur Mars. Il y a un grand silence ici. J'ai garé ma voiture dans une étoile proche. J'espérais avoir du carburant pour ma voiture sur Mars. Mais il n'y a pas de station-service ici. Je ne pouvais voir personne sur cette planète. Je pense que personne ne vit ici.

Je suis déçu. Je suis trop fatigué pour retourner dans ma voiture. Cependant, l'étoile que j'ai garée est juste là. C'est comme si je pouvais l’atteindre si je lève la main. Je ne peux pas y aller.

Je dois manger. Je n'ai plus de nourriture dans mon sac. Je les ai tous épuisés dans la lune. L'être humain peut-il mourir dans l’espace ? Je ne veux pas être le premier à en faire l'expérience.

J'ai besoin de remplir ma bouteille d'oxygène. Il n'y a pas de station d'oxygène aux alentours.

Je n'ai jamais été perdu dans l'espace jusqu'à aujourd'hui. Les étoiles ont toujours été ma maison.

Il n'y a ni humain ni air. Le carburant est fini. Il n'y a même pas de dinosaure.

Ah! De la terre, de l'eau.
Tout est terre sous mes pieds.
Mais il n'y a pas d'eau sous cette terre.

Je dois créer l'homme.
Au fait, quelle heure est-il ?
Quel jour sommes-nous ?
Atchoum!

İbrahim 

23 Aralık 2019 Pazartesi

La vie à venir

Dans un avenir proche, Il y aura besoin de moins de la main-d’œuvre. Les robots feront beaucoup de travail en moins de temps et plus précisément que les humains. Avec les secteurs de l'agriculture et de l'industrie, l'élément humain diminuera également dans le secteur des services. La plupart d'entre nous vivent dans des villes éloignées des zones industrielles ou agricoles. Les humains vivant dans les villes travaillent dans le secteur des services et ont une bonne éducation leur fournissant une main-d'œuvre qualifiée. Cependant, dans un proche avenir, nous assisterons aux robots qui feront leurs premières opérations chirurgicales, rendront leurs premiers jugements sur un important procès ou dessineront leurs premiers projets architecturaux. De plus, nous écouterons de merveilleuses œuvres musicales composées par une intelligence artificielle aussi belle que Bach et Beethoven. Tout est au-delà de l'estimation et de la prédiction.

Les personnes travaillant dans le secteur des services devront apprendre et travailler avec des robots pour conserver leur emploi et leurs revenus. Donc, en tant qu'avocat et chercheur scientifique, je devrai donner des instructions au robot pour rédiger une pétition et faire des recherches juridiques pour moi. Pour réaliser ces instructions, il sera nécessaire de travailler avec des ingénieurs logiciels. Au moins nous les consulterons. 

À la suite de tous ces développements, je peux dire en tant que signe avant-coureur que nous n'aurons plus besoin de bureaucratie et d'appareil d'État. Sauf pour protéger les droits de l'homme et la dignité, et pour empêcher l'utilisation abusive des robots, il est clair que nous aurons besoin de textes juridiques plus rigides et concrets bien au-delà de nos déclarations d'intention et de principes abstraits actuels. Par conséquent, la nécessité d'un pouvoir d'État pour la législation et l'application des lois existera toujours.

17 Haziran 2017 Cumartesi

Yeni Anayasa ve TCK 299

Türk Ceza Kanunun 299. Maddesinde yer alan Cumhurbaşkanına hakaret suçu Devletin Egemenlik Alametlerine ve Organlarının Saygınlığına Karşı Suçlar başlığı altında düzenlenmiştir. Bu başlık altında yer alan diğer suçlara baktığımızda ise, Devletin Egemenlik Alametlerini Aşağılama Suçu, Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin Kurum ve Organlarını Aşağılama suçlarının bulunduğunu görmek mümkündür. Daha sistematik bir bakışla tüm bu suçların TCK’nın dördüncü kısımda düzenlenen Millete ve Devlete karşı suçlar kısmında düzenlendiğini görürüz. Tıpkı Ortaçağ Kilisesinin, kiliseye ve dine hakareti yasaklaması ve bu suçları işleyenleri kafir ya da heretik olarak nitelendirmesi ya da aynı şekilde, 17.yüzyılda tümtanrıcı görüşlerini açıklayarak Musevi cemaatine hakaret ettiği ileri sürülen ve ölüm fetvası verilen Spinoza vakası gibi, Devlet de kendi egemenlik alametlerini ve bu egemenliği imgeleyen şiarları koruma altına almış; bu fiktif görünümlere birer seküler kutsallık bahşetmiştir. İnsanlığın kadim dönemlerinden bu yana, egemenliği elinde bulunduran daima kutsallık payesi ile taçlandırılmıştır. Biçimsel olarak ister dünyevi ister uhrevi olsun, kutsal olana dil uzatmak ya da el sürmek daima haram kılınmıştır.

Ceza yasalarının devlet ve millet egemenliğini koruyucu hükümlerini siyasal ilahiyat perspektifinden okumak mümkündür. Bilimsel düşünüşün temayüzüyle insan düşünüşünün büyü bozumu evresine girdiği sanılsa da, hayali cemaatlere ve bu cemaatler üzerinde kurgulanan egemenlik formlarına atfedilen kutsiyet, insanın ilkçağlardan beri mistik ve büyüsel düşünüşten asla sıyrılmadığını, antropolojik olarak modern insanın da Avustralya’da ya da Malinezya’da gözlemlenen klanlardan sadece alet ve edevatça farklılık belirttiğini gösterir. Bir klan şefi yada bir ulusun cumhurbaşkanı anakronik olarak yada dünyanın farklı yerlerinde eş zamanlı olarak birbirinden çok da farklılık arz eden iki ayrı karakter olarak yorumlanamayacaktır. İnsanın yasalarla olan mitik hikayesi onun yorum yapma ve yorum yoluyla özgürlüğünü elde edebilme hürriyetine engel değildir. Modern bir ceza kodunda yer alan düzenleme her ne kadar çağcıl bir kodifikasyonda kendisine yer bulsa da, tipik olarak kadim dönemlere ve insanın arketip korkularına kadar uzanan düzenlemeler olup çıkıverir. Yorumun özgürleştirici yanı yasayla yüzleşebilmeyi ve yasayı ele alabilmeyi sağlamasıdır.

TCK 299 suçunun yasa gerekçesinde, ‘‘Cumhurbaşkanının Devleti temsil etmesi ve Anayasada belirtilen görev ve yetkileri göz önüne alınarak onun kişiliğine yöneltilen hakaretin bir bakıma Devlet kuvvetleri aleyhine cürümlerden sayılması gerektiği düşüncesinden hareketle bu madde kaleme alınmış’’ denilmektedir. Aynı bölümün diğer suçlarında ise Meclise, Hükümete, Yargı organına karşı hakaret ve aşağılama suçları ihdas edilmiştir. Bu sistematik içerisinde Cumhurbaşkanına hakaret edilmesinin yasaklanıyor ve cezaya tabi kılınıyor olmasının tek sebebi yalnızca Cumhurbaşkanlığı makamını koruma altına almak değildir. Bu suçun düzenlenmesindeki asli gaye, hükmün lafzı ve gerekçenin içeriği birlikte değerlendirildiğinde görüldüğü üzere, Cumhurbaşkanının kişiliği ile Devlet menfaatinin bütünleştiği; Cumhurbaşkanının sıradan bir hukuk kişisi olmasının ötesinde, onun Devlet egemen kişiliğini de taşıyor ve temsil ediyor olması nedeniyle kişiliğine verilecek zararların Devlet egemenliğine yöneltilen zararlar oluşturduğu varsayımıdır. Bu varsayımın dayandığı temel gerekçe Anayasa hükmüdür.

Anayasada Cumhurbaşkanının nitelikleri ve görev tarifi tayin edilmiştir. Neden bir hükümet temsilcisi yada bir milletvekili devlete ilişkin hukuki yarara sahip değil de, Cumhurbaşkanı bu yararı taşıma imtiyazına sahiptir? Belirtmelidir ki, Cumhurbaşkanı öylesine Devlet egemenliği ile bütünleşmiştir ki, onun diğer kişiler gibi kırılabilecek ve korumayı hak edecek şeref ve onuru Devlete ilişkin hukuki yararın gerisinde kalmaktadır. Bu aşamada korunan gerçek kişinin hukuki menfaati değil, devletin siyasal iktidar yapısıdır.

Peki, neden Cumhurbaşkanı böylesine Devletin egemenliği ile iç içe geçmiştir? Anayasanın mevcut haliyle 101. Maddesi Cumhurbaşkanının nitelik olarak tarafsız olduğunu öngörmüştür. 103. Maddede yer alan Cumhurbaşkanı andı ise, 81. Maddede yer alan milletvekili andından çok farklı olarak Cumhurbaşkanının tarafsızlık yemini etmesini öngörmektedir. Cumhurbaşkanı içeceği antta Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak ve yüceltmek görevini de üstlenmiş bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı bir orkestrayı yöneten kondüktör gibi, Devletin başı olmak sıfatı ile Türkiye Cumhuriyetini ve Türk milletinin birliğini temsil eder.

Yeni anaysa değişikliğinde bu özellik korunmakla birlikte, yürütme yetkisinin Cumhurbaşkanına ait olduğu hükmü eklenmiştir. Yeni anayasal değişiklik ile partisinden istifa etmesi gerekmeyecek Cumhurbaşkanının, Devletin de başkanı olacağı hükmü getirilmiştir. Yürütme erki kendisine ait ve partisinden istifa etmek zorunluluğu bulunmayan Cumhurbaşkanının Türkiye Cumhuriyetinin ve Milletinin birliğini temsil etmesi tevili zor bir durumdur. Türkiye Cumhuriyeti yalnızca yürütme erkinden, Türk Milleti de yalnızca bir partiden müteşekkil olsa, söz konusu durumu tahayyül etmek daha da kolay hale gelmiş olacaktır. Bu Anayasal düzen içerisinde TCK 299 suçunun koruyacağı hukuki bir menfaat kalmamıştır. Hatta denilebilir ki, TCK 299 suçu gerekçesiyle uyumlu olmak bakımından anayasal dayanağını yitirmiş bulunmaktadır. Ancak Kara Avrupası Hukuk geleneği içerisinde bulunduğumuzdan, Asliye Ceza Mahkemelerimiz, lex superior derogat lex inferiori ilkesinden hareketle bu yorumu yapmaya muktedir değildir. Ne var ki, bir hukuk devletinde anayasa normu ile kanun normu arasındaki bu çatışma da belirlilik ilkesince sorun teşkil etmektedir. Bundan sonra TCK 299’dan verilecek cezalandırmalar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 10. Madde kapsamında demokratik toplumda gerekli olma değerlendirmesinin öncesinde yasa ile öngörülme şartına takılacak gibi gözükmektedir.     


Şiddet


Şiddet nasıl bilinir? Şiddet, prima faciae olarak bir acı, üzüntü ya da bir yara üzerinden görülemez. Bir yaranın şiddetten kaynaklandığını ve yara taşıyanın bir şiddetin mağduru olduğunu teşhis edebilmek derinlemesine bir tetkike, mağdur beyanına ve tanık desteğine ihtiyaç duyar. Tetkik nesnellik kazandığı ölçüde mağdur ve tanık anlatıları tali sıfatına bürünür. Yaranın hüviyetinin ve acının tarifinin dışsal bir unsuru işaret etmesi bu elem ve yaranın bir şiddetten kaynaklandığını kanıtlamaya yetmez. Arabasıyla uçurumdan yuvarlanan bir insan dışsal bir müdahale ile yara almış ve acı hissetmiştir. Ancak bu dışsal müdahaleyi şiddet olarak tarif etmek mümkün değildir; tıpkı rüzgarın şiddeti olgusu gibi.  Demek ki, şiddetin faili bir bilinçle hareket etmektedir. Peki, şiddetin faili, şiddet gören nesneden bir başkası mı olmak zorundadır? Bir kişi, arabasını kasıtlı bir şekilde uçuruma sürer ve intihar eyleminde bulunursa kendisine karşı şiddet uygulamış farz edilebilir mi? Suicide (özkıyım) ve homicide (cinayet) ikisi de birer şiddet eylemi midir? Şiddetin bir saldırganlık olması ve bu saldırganlığın agresyondan kaynaklanması, bu agresyonun da bilinç unsurunu devre dışında bırakması failin eylemini şiddet olarak tanımlamamıza müsaade eder mi? Eğer şiddet kalıtsaldır dersek, failin eylemini nasıl değerlendirmemiz gerekecektir? Şiddet, sine qua non, bilinçli bir eylemden müteşekkildir dersek, kalıtsal şiddeti nerede konumlandırmamız gerekecektir? Sünnetlerde yapılan müdahale ve inisiasyon törenlerinde uygulanan işkenceler birer şiddet olgusu olarak tanımlanırsa, kültürel ve antropolojik olanı medeniyetin neresinde tahayyül etmemiz gerekir? Tüm bu sorunların içerisinden salimen çıkabilmek kolay değildir. Şu bir gerçektir ki, şiddet uygarlığın huzursuzluğudur. İster libidinal olsun ister ölüm korkusu sonucu, şiddet yıkıma (cidium) yol açan bir eylemdir. Etçil bir hayvanın otçul bir hayvanı avlaması ile bir avcının bir kuşu ya da geyiği avlaması aynı tür eylemlerdir. Karımı dövmezsem olmaz, bu benim için bir ihtiyaçtır diyen bir adam ile tabağındaki bifteğini dilimleyen ve etle beslenmek benim için olmazsa olmaz diyen bir beyefendinin eylemleri aynı türden fiillerdir. Medeniyet, şiddeti görünmez kılacak kılıfı icat edebilmektir. Violence vis (güç) kelimesinden türer. Güç şiddete içkindir. Var oluş bir mücadeleyse şiddet bu mücadelenin kendisini oluşturandır. O halde şiddetin nasıl kullanıldığı meselesi etik bir sorunu ortaya çıkarır. Cinselliğe erişememek, gıdaya ve giyime erişememek birer engeldir. Bu engellerin tamamı birer uygarlık engelidir. Var olan şiddet olgusu, tarihin galiplerinin eylemlerinin etki alanından uzakta konumlanmaz. Cebirden söz edebilmek için şiddet olgusunun varlığı gerekli midir? Savaş, şüphesiz bir biçimde şiddet eylemidir. Savaşın yerine tercih edilen müzakere bir uzlaşı ile sonuçlansa dahi, taraflardan birisinin fikri şiddete maruz kaldığını dile getirebilir miyiz? Belki de cebir, şiddetin yalnızca görünen bir başka formudur.

1937 Tarihli Milletler Cemiyeti Terörizmin Önlenmesi Ve Bastırılması Sözleşmesi İle 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun Küçük Bir Mukayesesi

1937 tarihli, Convention pour la prevention et la repression du terrorisme, isimli Uluslararası Sözleşme, Hırvat ve Macar aslı iki ayrılıkçının Yugoslavya Kralı’na suikast düzenlemesinden sonra Fransa tarafından yapılması önerilmiş, ancak ne var ki, Taraf Devletlerin, bu Sözleşme’nin iadeye ilişkin hükümleri üzerinde mutabık kalamaması nedeniyle yürürlüğe girip etkinlik kazanamamıştır. Bu Sözleşme’nin birinci maddesinde ‘‘terör eylemi’’ kavramı devlete karşı yönelmiş suç eylemi ve insanlar arasında korku hali yaratmayı hedefleyen eylem olarak tanımlanmıştır. Bu tanıma göre, devlet egemenliğine kasteden eylemler ve ister bir grup insanda ister kamunun genelinde korku hali yaratmaya yönelik tüm eylemler tedhişçi yani terör eylemi olarak tayin edilmiştir. Hangi tür eylemlerin devlet egemenliğine karşı işlenmiş olacağı ve böylece bir terör eylemi niteliği taşıyacağı Sözleşme’nin ikinci maddesinde somutlaştırılmıştır. Sözleşme’nin Birleşmiş Milletler nezdinde oluşturulan ve imzaya açılan bir uluslararası hukuk belgesi olduğunu göz önüne alırsak, oldukça geniş bir terör tanımının yapıldığını ve devletin egemenlik menfaatinin azami ölçüden korunmaya çaba gösterildiğini görebiliriz.

Sözleşme’nin ikinci maddesi ile taraf devletlerin tamamı ceza yasalarını tadil etme taahhüdü altına girmekte ve bu taahhüt sonucunda ikinci maddede tadat edilen eylemleri ceza mevzuatlarında düzenlemek mecburiyetine girmektedirler. Belirtmelidir ki, ikinci maddede sayılan tüm bu eylemler tedhişçi yani terör eylemi olarak sayılmıştır. Terör eyleminden söz edebilmek için de bir eylemin devlete karşı yönelmiş olması ve belirli kişilerde korku hali yaratması birlikte koşulunun gerçekleşmesi gerekecektir. Bu takdirde, devlete karşı yönelen ancak korku yaratma vasfından yoksun eylemler terör eylemi olarak tanımlanamayacaktır. Aynı şekilde korkutma amacı taşıyan ancak devlete yönelmemiş eylemler de terör eylemi olarak nitelendirilemeyecektir. Bu Sözleşme ile erişilmek istenen, Devletlerin devletlerarası ilişkiler ortamında korkudan uzak, güvenlikli bir kamusal alanda ilişki kurabilmesidir. Bu babda korunan menfaat olarak devlet egemenliğini görmek zor bir okuma olmayacaktır. Söz konusu Sözleşmenin devlet başkanlarına ve ailelerine yönelik saldırılar sonucunda ortaya çıkması bir tesadüf değildir. Çözülmekte olan İmparatorluk ve bir yandan güçlenen merkezi devletler İkinci Dünya savaşı ile en yüksek noktasına ulaşacak devletlerarası ilişkilerin kızışan ateşi bu Sözleşmeyi var eden arkeolojik bulgulardır.


3713 sayılı TMK’nın terör tanımına baktığımızda ise, korunan menfaat olarak aynı şekilde devlet egemenliğini görmek mümkündür. Ancak korkutmak eylemi Kanunda belirtilen yöntemlerden yalnızca bir tanesini oluşturmaktadır. Korkutmanın dışında belirtilen diğer yöntemler ise baskı kurmak, yıldırmak, sindirmek veya tehdit olarak tarif edilmiştir. Kanunun birinci maddesinde belirtildiği üzere terör eyleminin gerçekleştirilebilmesi için cebir ve şiddet unsurlarının muhakkak surette bulunması gerekir. TMK doğrultusunda terör suçu vasıflandırması yapabilmek için suç eylemlerinin örgüt mensubu kişilerce ya da örgüt adına kişilerce işlenmesi gerekecektir. Oysa ki, Sözleşme anlamında bir suçun terör eylemi olarak nitelendirilebilmesi için bu suçun devlet egemenliğinin tecelli ettiği başkanlara, emvale vs. karşı işlenmiş  ve korkutma amacı taşıyor olması yeterli görülecektir. TMK’nın Sözleşme ile olan ortak yanı hazırlık hareketlerini cezalandırıyor olmasıdır. Sözleşmeye göre sözleşme ile öngörülmüş suçları işlemek maksadıyla silah, mühimmat vs. tedarik eden kimseler de terör suçunu işlemiş olacaktır. Aynı şekilde TMK’ya göre de, belirtilen amaçlar doğrultusunda suçlar işlemek maksadıyla kurulan örgütlere üye olan kişiler, tek başlarına ya da bu örgüte mensup kişilerle birlikte suç işlememiş olmasa dahi, sırf hazırlık nedenlerinden ötürü ve mensubiyetleri nedeniyle terör suçlusu olarak nitelendirilebilmektedir. Sözleşme ile Kanunun en belirgin ortak yanları hazırlık hareketlerinin suç olarak sayılmasıdır. Bu anlamda TMK, örgüt mensubiyetini bir hazırlık hareketi olarak nitelendirdiğini görmek mümkündür.